20 Aralık 2011 Salı

şunu da yazayım, bunu da yazayım derken zaman geçiyor, en uygun zamanı bekliyorum ve yine hiç bir şey zamanında olamadı, olamıyor. Bu bende baya belirgin bir davranış kalıbı aslında. üstünde biraz daha düşünmem lazım. neyi bekliyorum, beklerken farkediyor muyum, bana, yapmak istediklerime ne katkısı var, benden, yapmak istediklerimden ne götürüyor?

beklemek bizim yaşamımız
vapur beklemek, gün beklemek, insan beklemek,
çiçeklerin açmasını, gecenin geçmesini beklemek...

zamanında yazmadığımda mesela, ilk olarak "şimdi" ve "burada"dan uzaklaşmış oluyorum aslında. tabi böyle olunca duygu kaçıyor. insanın hislerini hatırlamaya çalışması başka, o hislerle yazması başka. biri kendimi anlatmak, içimi aktarmak; diğeri ise daha çok not düşmek gibi

aslında niyetim Eloş'un konuşma macerasına bir giriş yapmaktı, konu başka yere gitti, varsın öyle olsun...

2 Aralık 2011 Cuma

evde deniz keyfi..

herhalde 2 hafta falan oldu, yine babamızın gelemediği, bizim Eloş'la beraber hasret giderdiğimiz akşamlardan biri.
Eloş parkenin üstüne yatıp kendini öylesine kaydırmaya başladı. Ben de "hadi Ela, nasıl yüzüyorduk denizde, gel öyle yapalım" dedim. Ela müthiş bir iştahla olayı kavradı ve hayali kulaçlar atmaya başladı yerde. Tabi tek başına yüzmek sıkıcı olunca annesi de katıldı ona. Denizde kimlerle karşılaşmadık ki? Anneanne, babaanne, dedeler, tüm aile oradaydı. birbirimize su attık, eğlendik. Sonra yorulduk, kumsala (yani halıya) çıktık, banyodan havlular getirdik, kurulandık, havlularımızı yere serip güneşlendik - 30sn. falan :) - birbirimize kremler sürdük ve hooop halıdan tekrar parkeye yani pardon denize atladık. Sonra Eloş denizden çıktı, beni de çıkardı. Elinde bir şey getirdi. Meğer kollukmuş, birini güya şişirdik, koluna taktık, gitti öbürünü getirdi, hem de ilkini getirdiği yerden. Elinde sanki gerçekten kolluk varmış gibi bir yürüyüşü vardı ki. İkisini de taktık, tekrar tekrar denize atladık, güneşlendik. Bu fasıl baya bir süre devam etti, ta ki Eloş'un üzerindekileri çıkartıp, olayı daha gerçekçi bir hale getirmek isteyişine kadar.
Bu oyun beni sonrasında baya heyecanlandırdı. Açıkçası ben farkedememiştim. Yani Ela'yla böyle belli bir çerçevenin içinde kalarak bir oyun formatı oluşturabileceğimizi, Ela'nın buna rahatlıkla adapte olabileceğini; gerçekten farketmemiştim. Şimdi düşünüyorum tabi, Eloş'un acaba rahatlıkla yapabildiği ve benim farkında olmadığım, olmadığım için de teşvik edemediğim daha neler var?

22 Kasım 2011 Salı

veda zamanı yaklaşıyor...


Elacım, sen çok seviyorsun ya memeyi, al benden de o kadar, valla ben de çok seviyorum emzirmeyi. Nasıl olacak sence bu iş? Nereye kadar gideceğiz böyle? 2 yaş bir sınır gibiydi kafamda. Bak 1 ay bile kalmadı 2 yaşımıza. Ah bu zaman, yine çok hızlı akıyor, yakalayamıyorum. Ama sen hani kucağıma oturuyorsun, o güzel başını göğsüme yaslayıp emmeye başlıyorsun ya, işte o zaman duruyor zaman. Saçlarını okşuyorum; yumuşacıklar, sırtını okşuyorum, elele tutuşuyoruz, parmaklarına bakıyorum uzun uzun. bazen konuşuyoruz, değil mi? Ben sana evet ya da hayır diyebileceğin sorular soruyorum "bugün parka gittiniz mi?" ya da "hadi başka odaya gidelim mi?" gibi sen de "ıııh" ya da "hıhı" diyorsun. Dişçiye gidince de öyle olur ya, konuşamazsın, gerçi sen daha hiç gitmedin, bilmezsin :) bazen gülüşüyoruz. komik birşeyler söylüyorum bazen sana, memeden ayırmadan ağzını gülüyorsun.
Hala memede uyuyorsun. Asla yapmayacaktım güya. Gülüyorum şimdi. Bunu hafiften kullanmaya başladın. Emmek istediğinde "anne, uykum geldi" diyorsun alakasız bir saatte. öyle güzel bir yüz ifaden oluyor ki. Şaka yapıyorsun işte. Gidiyoruz odana. Sırf bu iş için bir yer yatağımız var artık - gece emmelerine özel- Eğlene eğlene hasret gideriyoruz.
Gerçi bazen çok sıkılıyorum Eloş, mesela bir yere gitmemiz gerekiyorsa, sen emmeyi bir türlü bırakmıyorsan. Ya da bazen sabaha karşı uyandığında dalamıyorsun tekrar uykuya, hep memede kalmk istiyorsun. O zamanlarda sıkılıyorum, içim sıkılıyor, belim ağrıyor. Bıraksak baya rahatlayacağız diyorum.
Meme bırakmak için çeşitli metotlar var, bak sana da anlatayım, belki işine yarar:
1-Çocuk ve anneyi bir kaç gün ayırıyorlar. Çocuk bu arada memeyi unutur diyorlar. Bizim seninle bir kaç gün ayrıldığımız çok oldu. Döndüğümde hep beni ve memeleri bekliyor oluyordun. Memeleri o kadar iştahla beklerken, senin o kadar özlediğini bilirken vermemeyi becerebilir miyim? Iıh, yapamam ciciko
2-Meme başına sütün tadını bozacak şeyler sürülüyor. Aloe Vera ya da Vicks olabilirmiş. Bir kere Vicks'i denedik. Biraz emdin, başını kaldırdın "anne, ajı" dedin ve sonra "yıka" dedin. Ben de yıkadım :)
3-Bir de bir öncekine benzer, yine tiksindirme maksatlı bir yöntem de salça, ruj gibi birşeyler sürerek görüntüyü çirkinleştirmek. Bence bu numara da tutmaz bizde ama ben zaten senin memeden tiksinmeni istemiyorum. O kadar sevdiğin, kendini en sıkıntılı zamanlarında tereddütsüzce teslim ettiğin memeleri -hatırlar mısın bilmiyorum ama- güzel hatırla istiyorum. Aniden, kötü bir sürpriz olsun hiç istemiyorum.

Ne istiyorum biliyor musun? Onlarla bir veda konuşması yapacak değiliz belki (aslında içimden geçiyor ne yalan söyleyeyim) ama yine de birlikte karar verelim, memelere öyle veda edelim istiyorum. Benim için de zor gerçekten. Ben de o güzel anlarımızı çok özleyeceğim. Böyle bir vedalaşma muhtemelen olamayacak ama gönlümden geçen bu, bil e mi? Şimdi acele etmeden, yavaş yavaş ben hazır olmayı bekleyeceğim, kendimi hazırlayacağım, sonra işin içine sen de gireceksin. tamam mı güzel kuzu? Birlikte veda edeceğiz bu güzel döneme, daha güzellerini yürekten dileyerek...
.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Nil: sade ve derin

bence yazık oldu, çok kısa ömür,
insan doğar, aşık olur, ölür

icim bos kaldi cok yandi canim, artik ne yapsam yalnizlardanim
icim gul biraz guldur biraz, onu oldur kendini güldür biraz

müthiş güzel!
hiç karşılaşmadığı birine yazılmış bir ayrılık, bir hasret şarkısı
gerçek bir yalnızlığı anlatıyor
o kadar yalnız ki içini güldürecek olan yine kendisi
sadelik ve derinlik, ikisi birarada
pek çok şarkısında görebiliriz bu derinliği

Mesela "sinema"yı çok severim:

"kırıldım ama o tarafı duvara yasladım
sen beni bir dinlesen ne konu olurum
sen beni bir izlesen ne film olurum
seyretsen beni
anlatsan beni
"

Nil'i çok seviyorum...
(başka bir linkteki video nasıl ekleniyor acep?)

10 Kasım 2011 Perşembe

korku, nazar, ucuz atlattık, maşallah??

nazar var mı? yok mu? bir "maşallah"ın geçerliliği ne kadar? Neyse, yine de çok şükür...


"İçi titremek", "aklı çıkmak", "gözünden sakınmak", "yüreği hoplamak", "kol kanat germek" Bunların anlamını tabi ki biliyoruz ama sanırım insanın çocuğu olunca bu deyimlerin ne demek olduğu tam olarak anlaşılıyor, hissediliyor. Benim çocuğum olunca daha iyi anladım Ela'ya bakarken içimin nasıl titrediğini, düştüğünde "ya birşey olduysa" diye nasıl aklımın çıktığını, O'nu kimi zaman nasıl gözümden bile sakındığımı ve nasıl kol kanat gerdiğimi. Ve bunların hepsini çaktırmadan yapmanın ne zor olduğunu.


Zor... Dün ucuz atlattık diye sevinirken, bugün kuzunun eli yandı. Bizim de içimiz. Dün ailecek bir mağazadaydık. Çıkmak üzereyken Ela'nın elini tuttum. Kendini ileri mi attı, etrafında mı döndü anlamadım, ağlamaya başladı. Dışarı çıktık, dikkatini başka şeylere çekmeye çalıştım. Olmadı. Ela sağolsun -tüm ağlama kotasının çoğunu ilk 5 ayda doldurmuş olsa gerek- öyle pek uzun uzun ağlayan bir çocuk değil. Fakat bu sefer sakinleştiremedim kuzuyu. Elini farkettim sonra, göbeğine yapıştırmış, oynatmıyor. "Acıyor mu Ela?" "Ajıyorr" "neresi acıyor?" bileğini gösteriyor. Yok hareket ettiremiyor. Bizde de hafif hafif telaş başlıyor tabi. Doğru acil servis. Daha doğrusu ilk önce yakınımızdaki bir çocuk hastanesine gittik ama içerde sıra bekleyen yaklaşık 50 aileyi görünce başka bir yere gidebilecek olmamıza şükrederek oradan çıktık. Ela hastaneye gelene kadar baya sakinleşmişti. yolda sürekli konuştuk. "abi bileğimize bakacak, resmini çekecek, krem sürecek" hepsini bir güzel anladı, tekrarladı. Ben de sevindim, zorlanmayacağız diye. Ama acile girer girmez güzel gözlerden yaşlar boşanmaya başladı. "anne, hadi, eve gidiozz""anne, kalk" kuzunun ağlamaktan dermanı kalmadı. doktor Ela izin verdiği kadar muayenesini yaptı, bizi röntgene gönderdi. Ama ne mümkün. Kuzu sakinleşemiyor. Tek yapmamız gereken ayakta 5 sn hareketsiz durmak ama olmuyor. O an "anne meni al" diyerek kucağıma gelme istedi ve iki kolunu birden kaldırdı. İlk kez kolunu hareket ettirdi. Ben hemşireden biraz süre istedim, dışarı çıktık. Bir su sebili yardımımıza yetişti. "aa bak buradan su akıyor" "hadi bardakları alalım" derken Eloş kolunu unuttu, problemsiz oynatmaya başladı. Sevindik. Doktorun yanına çıktık, durumu görünce O da gidebileceğimize kanaat getirdi. İşte bu "ucuz atlattık" kısmıydı.

Bugün ise kuzunun eli yandı. Hikayenin detayını boşverelim, bir şekilde henüz soğumamış ütüyü eliyle tutuvermiş Eloş. Şimdi avucumuzun içinde koca bir baloncuk var. Çeşit çeşit pomatlarla acısını dindiriyor, tedavi ediyoruz dünyanın en güzel avuç içini. Kuzu maşallah çok dirayetli, elini hiçbir yere dokundurmuyor, kendi kendini bir güzel koruyor. Ağlama, sızlama da yok. Beni "anne bak, uf ogdu, ütü" diye karşıladı. Her karşılaştığımıza hikayesini böyle anlatıyor. İnşallah herhangi bir enfeksiyon vs kapmadan kuzunun avcunu iyileştirebiliriz. Bu ilk gecemiz, bir an önce sabah olsun istiyorum, sürekli pomatlar sürüyorum eline, genişçe bir yere yatırdık, çarpmasın eli bir yerlere diye. bakalım zaman hızla akabilecek mi?



Allah beterinden saklasın, bugünümüzü aratmasın inşallah. Bir de kızıma 400000000000000 kere maşallah...



Güzel kuzu sen hep neşeli ol, hep güzel günler gör e mi? sadece "çu" yerken değil, her daim...






25 Ekim 2011 Salı

Ela artık özgür! Bezden kurtulduk...

vallahi kurtulduk...
hem de 2 ay oldu
anne de tam iki ay sonra bu önemli yazıyı yazmaya başlayabildi
aslında anneye yine aynı şey oldu, güzel bir yazı olmalı, iyice düşünebileceğim, rahat bir zamanda yazmalıyım derken 2 koca ay beklemiş oldu. yine rahat bir zaman değil işte, uykum geldi bir taraftan ama artık yazılmalı bu yazı.

Haziran ortasında havalar ısınmaya başladığında Teyze'mizle konuşmaya başladık. Zaten bu işte en büyük payı kendisine vermeliyiz. O'nun istekliliği olmasa mümkün olmazdı bu iş. Artık bez bağlamak baya zor oluyordu kuzuya. İstemiyordu. Binbir taklayla takıyorduk yeni bezleri. Elimizde mendiller, bezler çok koşturduk minik poponun peşinde :) Haziran'ın sonuna doğru gündüz Ela'ya bez bağlamayı bıraktık. Bir lazımlık ve bir de tuvalet adaptörü edindik. Henüz bir kaç gün olmuşken, daha hikayenin giriş paragrafındaydık ki Eloş hastalandı. İshal, kusma derken yaklaşık 2 hafta yine bezli günlere dönüverdik. Herhalde Temmuz ortası gibiydi, yine bıraktık bez bağlamayı. Açıkçası yaz sonuna kadar belki alışamaz diye düşündüğüm çok oldu ama en azından o yaz sıcağında bez bağlamamış oluyoruz diye devam ettik. Tabi ki Ela'nın durumu idrak etmesi için bir kaç haftaya ihtiyacımız oldu. Bu süre içinde hafta içi Teyzemiz, akşamları ve hafta sonları da biz sürekli Ela'nın peşinde, kaza izlerini temizledik. Tuvalet adaptörünü hiç kullanmadı, ilk başta lazımlıkla da biraz mesafeliydi. Tuvalete hep birlikte girdik, o zamanlarda lazımlığa kısa sürelerle oturdu. Bir kaç sefer de bir kaç damla çiş yaptı. Ağustos ortasına kadar bu süreç böyle sürdü. Ben yavaş yavaş sıkılmaya başladım. Müzikli lazımlıkları araştırdım bir süre, aklıma yatmadı, almadım. Bebekleri lazımlığa götürüp, onlara çiş yaptırttık, olmadı. Yani bebeklere faydası olmuştur belki de Eloş'a olmadı :)

Ağustos'ta taşınma hazırlıklarına başladık. Taşınmamızdan bir gece önce yani 18.08.2011'de akşam 7 gibi Eloş "kaka, kaka" dedi salonun ortasında. Yanına koşanları ittirip"anane kaka" dedi. Annneannesi ile koşarak tuvalete gittiler ve sonra anneanne bir elinde Ela, bir elinde de içi doldurulmuş bir lazımlıkla salona girdi. Eve nasıl bir sevinç hasıl oldu anlatamam. Alkışlar, ıslıklar, danslar...sonra tuvalete döktük ve el sallayarak, sifonu çekip uğurladık güzel çişleri. Zaten bu sifon çekme olayı Ela'nın olayı çözmesinin de anahtarı oldu. Yeni eve geçtiğimiz gün Ela'ya sifonu gösterdim. Duvara monteli, içeri itilen bir çeşit. müthiş ilgisini çekti. tek parmağıyla itebiliyordu. "hadi annecim, çişimizi buraya yapalım, sonra da sifonu çekip gönderelim" dedim. hevesle tuvalete oturmak istedi. Ve ondan sonra bu sifon konusundaki hevesi uzun süre-hatta bazen hala- devam etti. O günden beri Eloş uykuları dışında bez takmıyor.

Elbette kazalar oluyor. Oyuna daldığında özellikle ve biz de sormayı unutursak oluyor bunlar. Hatta geçenlerde bir misafirlikte oldu. Mahçup olduk ama halden anlıyor arkadaşlarımız sağolsunlar. "amaan onun çişinden n'olacak?" en sevdiğim iç rahatlatma cümlesi. artık çok seyrekleşti kazalar. bu iş iyiden iyiye düzene girdi gibi.

400000000000 kere maşallah ...

20 Ekim 2011 Perşembe

bu nasıl rüya?

gecenin bir kör vaktinde huzursuzluk veren tuhaf bir rüyayla uyandım. sabah uyandığımda unutmuş olmamak için kendi kendime anlattım rüyayı. sonra Eloş uyandı. O'nunla tekrar uykuya dalmışım.
sabahtan beri birkaç kez anlattım rüyamı. sonra da yazayım istedim. neden bilmiyorum. hayır olsun inşallah

bir taksideyim, havaalanına gidecekmişim. yolun bir yerinde taksi şoförü durdu. yüzünü ekşittiğini gördüm. "abla o kulaklıklar pek olmadı" dedi. kulaklıkla müzik dinliyorum sanırım. "lütfen devam eder misiniz, havaalanına gitmem lazım" diyorum. adam bir anda arabadan
iniyor. beni de indiriyor. büyük bir binanın içi. çok geniş. önümüzde kocaman bir cam var. dışarısı görünüyor. şoför çok şişman. öyle ki giydiği t-shirt dar gelmiş, koca göbeğinin üstüne doğru sıyrılmış. şaşırıyorum, hafif endişeleniyorum ama çok az korkuyorum. "adam şişman ya, nasılsa koşamaz, ben kesin kaçarım" diyorum. adamla bir anda boğuşmaya başlıyoruz. sol bacağını tutup, sola yukarı doğru çekiyorum. adamın bacağını dizinden kırayım, o zaman nasılsa bana bir şey yapamaz diyorum ama ne mümkün. olmuyor! adamın bacağı esnedikçe esniyor. bağırmaya çalışıyorum. rüya ya, olmuyor. (rüyalarıyla ün yapmış biri olarak, o an anlamalıydım aslında rüya olduğunu :)
adamı güç bela cama doğru çekiyorum. camın metal bir açma kolu var. hesapta adamın kafasını o kola çarptıracağım, adamın kafası dağılacak, ben de kaçacağım. adam ağır, olmuyor. kafasını tutuyorum saçından ama cama ancak "pıt, pıt" diye vurdurabiliyorum. adama hiçbir şey olmuyor. İlginç bir şekilde adam çok sakin. Bana "boşuna uğraşma, gel sana birşey göstereceğim" diyor. camın önünü işaret ediyor. cam işlek bir caddeye bakıyor. camın önünde 2-3 m. boşluk var, sonrasından da taşlar. O taşlar ve cam arasında bir şeyi işaret ediyor. o görüntü koca gündür aklımdan çıkmadı. dışarda bir adam. bacaklarını kollarının arasına almış oturuyor. çıplak, zayıf ve dışarda durmaktan cildi kapkara olmuş. o şişko şoföre gözlerini ayırmadan bakıyor. çığlık çığlığa bağırıyorum. "gitsene, orada ne yapıyorsun, bak arkandan araçlar geçiyor, onlardan yardım istesene, gitsene, gidebilirsin" hiç faydası yok, gözlerini ayırmadan sanki hayranlıkla, ve korkuyla sadece adama bakıyor. soför bana dönüyor ve diyor ki "hiç uğraşma, sen de böyle olacaksın" yazmak bile kötü hissettirdi şu an. orada bir sürü kapı görüyorum. hepsini çalıyorum, açan olmuyor, merdivenleri görüyorum, koşarak çıkıyorum, karşımdaki ilk kapıyı açınca rahatlıyorum. açık ofis gibi, büyük bir devlet dairesi gibi bir yer. tamam diyorum, artık burada bana bir şey olamaz. arkama bakıyorum, adam sakince içeri giriyor ve "o da gelmişti buraya" diyor. Rüyanın sonrasında birşey olduysa hatırlamıyorum.
gece gece resmen bir psikolojik gerilim
kafamdan geçen bir yorum var tabi. şoför kimi simgeliyor, o dışarda kaçabilecekken kaçmayan adam kim vs...ama bunları yazmak istemiyorum.
hayır olsun inşallah...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Ela konuşuyor, anne şaşırıyor

tüm gün Ela'yla birlikte olmayınca, o koca gün içinde milyon tane şey öğrendiğini farkedemeyince, ağzından ona göre çok normal bir şekilde çıkan sözcüklere, cümlelere şaşırıyorum. Aslında şaşıracak bir şey yok, 2 yaşına yaklaşıyor Ela, tabi ki konuşacak. Ama sadece şaşırmıyor, bir de heyecanlanıyorum. sanki doğa üstü bir şey olmuş gibi, sanki Ela konuşma yaşında değil de 5-6 aylıkmış da bir anda konuşmaya başlamış gibi. Bu girişi aslında son 2 gündür yaşadığım şu iki şaşkınlık anını yazabilmek için yaptım.

Şaşkın anne 1: Ela'yla salonun ortasındaki masasında birşeyler yapıyoruz. Masanın 2 tane de küçük sandalyesi var. birinde ben oturuyorum. Diğeri Ela'nın bir adım arkasında. Ela ayakta masaya dayanmış duruyor. Bir anda "ufff, men yooldum" diyor ve sandalyeye oturuyor. O anki şaşkınlığımı anlatamam. Yanlış duydum zannettim. "Elacım ne dedin, anlayamadım" dedim "men yooldum" dedi. şaşkınlığım ona komik geldi. güldük karşılıklı

Şaşkın anne 2: Dün akşam birlikte dışarı çıktık. Çok önemli bir işimiz vardı. Ela'ya mandalina alacaktık. Markete gittik. Ben mandalinaları torbaya koymaya başladım. Ela da arabasında yanımda duruyordu. Sonra bir anda bana döndü ve "anne, yeter" dedi. Ben marketin içinde yine sanki doğa üstü bir şey oldu gibi hissettim. Yine aynı diyalog
- annecim, ne dedin, anlayamadım
- anne yeter (dünyanın en normal şeyi ya bu, öyle bir yüz ifadesiyle söylüyor)
- tamam Elacım, bence de yeter. Sana "yeter" demeyi kim öğretti?
- te (teyze manasında, kızım müsriflik konusunda hassas, o yüzden hecelerden de tasarruf yapıyor)

Sonuçta - bazen sanki sadece bir kaç saatmiş gibi geçen- o koca günde evde bir yaşantı sürüyor. Eloş milyonlarca şey öğreniyor. Ben de tesadüfen bir kaçına tanık olup şaşırıyorum.

3 Ekim 2011 Pazartesi

bir pazar gününün ardından...



insan kendi çocuğundan korkar mı?

bilmem, bazen ben korkuyordum, mesela işten eve gelince, çok yorgun hissettiğimde, Mehmet de yoksa, onunla birlikte olmak hem dünyanın en güzel hem de en zor şeyi olabiliyordu. O yüzden çoğunlukla onun pili bittiğinde benim de zaten can çekişen pilim bitiyor ve gece birlikte uykuya dalıyorduk. Yani hala dalıyoruz. işte o gecelerde şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: evde kimse olmasa 1 ben 1 ela şeklinde tüm günü geçirsek muhtemelen çok zor bir şey olur. Çünkü evden işe geldiğim durumlarda tuvalete gitmek, birşeyler yemek gibi ihtiyaçlarımı bile gideremediğim için oturmak, farklı bir iş yapmak (örneğin yemek gibi) biraz soluklanmak hayalini bile kuramayacağım şeyler. Eloşum kapıdan girişimle birlikte sürekli üstümde. ya kucağımda, ya memede, ya da bacaklarımın arasında :)) O yüzden genelde h.sonu yalnız kalmamayı tercih ederim.
kendimi güçsüz, mızmız, sabırsız bir insan saymam. Böyle olunca iş çıkışı evde yalnızken zorlanmak ağırıma gidiyor. Sonuçta herkes çalışmıyor. Evinde yardımcısı olmadan çocuk büyüten bir çok arkadaşım var. Nasıl olabiliyor, nasıl bu tempoya dayanabiliyorlar diye düşünürken, bu Pazar günü anladım.
Anne evde olunca çocuk değişiyor...Ya da "Ela değişti" diyeyim. Genelleme yapmak bana düşmez.
Pazar sabahı babamızı işe yolcu ettik. Ela benim gitmediğimi anladı. Hava şansımıza çok güzeldi. Hemen dışarı çıktık. Güzel bir park varmış yakınımızda. (yeni taşındık, haftalardır kızımın hergün gittiği parka ilk kez dün gitmiş oldum) Ne güzel bir yermiş. Kocaman geniş bir park. Kimse yoktu, sabah erken olunca. Ela kuzu gönlünce koşturdu. Birlikte oyunlar oynadık, düştük, kalktık, güldük, şarkı söyledik, bolca sohbet ettik. 1-1,5 saat vakit geçirdik. Ne kadar güzeldi. Arabaya oturmayan Ela, giderken de dönerken de bana güzel bir sürpriz yaparak hiç sorun çıkarmadı. Uzunca bir yol yürüdük, alışveriş yaptık. Ne kadar keyifliydik. Eve geldik, birlikte yemeğimizi yedik, evi topladık, balkonu yıkadık...Geceleri uyusun diye kızımın gözünün içine bakan ben, tüm gün hiç uyumasa, ertesi sabaha bağlasak o güzel anları, hiç zorlanmayacak gibiydim. Ve Ela, ne kadar farklıydı. Üstümden düşmeyen Ela, beni tuvalete göndermeyen Ela yoktu. Tüm gün sadece 2 kez, o da uykusundan hemen önce ve hemen sonra meme istedi.

Bu sakinliğinin sebebinin benim evde kalmam olduğunu anlamak elbette zor değil. Anlamak zor değil ama sindirmek zor. İçimde bir burukluk oldu. Ben evden çıktıktan sonra aynı sakinliğe büründüğünü biliyorum aslında. Ama asıl istediğinin "ben" olduğunu da biliyorum. Çok şükür teyzemizden hiçbir şikayetimiz yok. İçim o konuda çok rahat. Ama ne olursa olsun annenin yerini tutamıyor-dur. Bu sabah beni yolcu ederken biraz mızmızlandı, ama çok az. Öyle bir yüz ifadesi vardı ki "aman nasılsa gidecek kendimi fazla da üzmeyeyim" der gibi :) garip hissetttirdi bana.

Sonuçta tüm gün evde olursam dinamiğimizin farklı olacağını gördüm. Benden tüm günde alması gereken benim işimden sonra ve onun uykusundan önce geçen aralıkta almaya çalışınca, benim de onun da halimiz kalmıyor. Sürekli bir hareket. Hani bir öğle arası uzunca süredir görmediğin bir arkadaşını görürsün. Konuşacak çok şey ve kısacık bir zaman vardır. İkiniz de hızlı hızlı konuşursunuz. O kadarcık zamanda ne anlatsanız, ne duysanız kardır. Onun gibi. Ama birlikte geçirdiğimiz vakit uzun olunca, Ela annesinin gitmeyeceğine emin olduğunda hayat yavaşlıyor, herşeyin tadı yerine oturuyor. Annesi konuşuyor, Ela dinliyor, Ela konuşuyor, annesi dinliyor. Kimse yangından mal kaçırır gibi koşuşturmuyor, sanki herşey başka kokuyor...

5 Ağustos 2011 Cuma

ters psikoloji dedikleri

Dışardayken Ela'nın kendi arabasına oturduğunu hiç görmedim. O yüzdendir ki alışveriş merkezlerinde ya da sokakta herhangi bir yerde bebek arabasını iterek gevşek gevşek yürüyen anne-babalara çok özenirim. Bizim o tür anlarımız hiç olmadı. Ya da o kadar keskin olmasın, çok çok az oldu diyelim.
Geçen haftalarda bir akşam alışveriş merkezinin birinde bir iş halletmek zorundayız. Zamanımız az, yolda M. ile aynı dileği paylaştık. "Keşke arabasına otursa da zaman kaybetmeden işimizi halledip çıksak" Yürüdüğü versiyonlarda Eloş'u doğru rotaya sokmak çok zaman aldığından ve biz de zaman açısından sıkıntılı olduğumuzdan dileğimiz bu yöndeydi.
Arabayı park ettik, Eloş'un arabasını açtık. Nereden aklıma geldiyse "Elacım biz bu arabayı açtık ama sen buraya oturmayacaksın. Lütfen Eloş arabana oturma "dedim. Çok mucizevi bir şey oldu bir anda. Eloş benimle kendince tartışamaya başladı. Bebek arabasına yapıştı "otüy, otüy, otüy" kızım arabasına oturmak için benimle adeta kavga ediyor. E tabi haliyle başardı :) he he he :) Sanırım benim ısrarımın ne bana ne de O'na bir faydası olacaktı.
Bunun gibi pek çok örnek yaşanır oldu son günlerde.
Ayranıyla oyunlar yapıp, içmeye yanaşmayan Ela'ya "Elacım, lütfen ayranını içme annecim, hayır Elacım içme ayranını,..." ve Ela anında ayranı kafaya dikiyor
Elindeki kültablasını babaannesinin akvaryumuna atmak üzere olan Ela'ya "annecim, lütfen elindekini sehpaya geri koyma, lütfen..." Ela anında karar değiştirip elindekileri sehpaya koyuyor.
Bu durumdan biraz memnun, biraz şaşkın, biraz da tedirginim. Eloş'un o yapma dediğim şeyi yaparken gözümün içine bakması, bunu benim inadıma yaptığını anlatıyor bana. Yani efendim "beyin söylenenin ikinci kısmını algılamaz, ilk duyduğunu yapmaya programlanmıştır" gibi bir düşünceye sarılmamı engelliyor. Hani "pembe fil düşünme" deyince insanın aklına sadece fil değil, pembe bir fil gelir ya o durumu kastediyorum. Bence şu an Eloş'taki durum bu değil. Eloş baya baya neyi "yapma" dediğimi anlıyor, bile bile onu yapmaya çalışıyor.
Ben bunu bir fırsat olarak değerlendiriyorum son günlerde. Ama acaba çocuğun bu durumunu teşvik de ediyor muyum diye düşünüyorum bir taraftan. Yani acaba içten içe ""annenin" "babanın" dediğini yapmamak iyi bir şey ve bu çok da zor değil " mesajı mı veriyorum. her dediğimi kayıtsız yapan birini yetiştirme gayreti içinde değilim ama bu durum biraz endişelendiriyor beni...Bu arada "yapma" demenin de işe yaramadığını son bir örnekle anlatmak isterim
Bir yapı market içinde Ela ve annesi tabure deniyor. Ela bir anda eğilip gözümün içine bakarak elini bir güzel yere sürüp, yalıyor ! anne haliyle "dur kızım n'apıyorsun yer pis" vıdı vıdı diyor. sonra Eloş aldığı tepkiden memnun bir güzel iki elini yere sürüp, dilini de kocaman çıkarıp iki elini yalıyor :))
işte durum bu...

28 Temmuz 2011 Perşembe

there's so much beauty...

bugünler değişik geçiyor, herşey birarada
bir gün sevinç, ertesi gün üzüntü, türlü türlü heyecanlar sanki hep bu yazı beklemiş
çok hızlı herşey, zaman kaçıyor, biz kovalıyoruz, daha agustos gelmedi, ben eylülü bitirmiş gibiyim
herşey bu kadar hızlıyken, hep birşeyleri kaçırıyormuş olma hissi taşıyorum. bunun yanında etrafımda sürekli olumsuzları arayıp, bulan insanlar beni yoruyor. dün aklımda sürekli bir replikle gezdim. "American Beauty" filminden. çok beğenmiştim, hala severim. Ricky Fitts benim en ilgimi çeken kahramanlardan biriydi filmde. Pek çok etkileyici replik vardı ama biri beynimde döndü durdu " bazen dünyada o kadar çok güzellik var ki, kalbim hepsine dayanmayacak" gibi bir şey. O sahneyi düşündüm. Sonra konuşmanın orjinalini buldum. Rüzgarlı bir günde esintiyle beraber uçuşan bir torbayı görüntülemiş. Onu seyrederken konuşuyor:

"It was one of those days when it's a minute away from snowing and there's this electricity in the air, you can almost hear it. And this bag was, like, dancing with me. Like a little kid begging me to play with it. For fifteen minutes. And that's the day I knew there was this entire life behind things, and... this incredibly benevolent force, that wanted me to know there was no reason to be afraid, ever. Video's a poor excuse, I know. But it helps me remember... and I need to remember... Sometimes there's so much beauty in the world I feel like I can't take it, like my heart's going to cave in. "

son cümle bana müthiş geliyor, o güzellikleri görmek için sadece göz yetmiyor, kalp gerekiyor...

önce etrafımızda apacık kendini belli eden güzellikleri görmeye başlamalı, sonra gizli kalanları keşfetmeli...neyi ararsak, onu görürüz...

27 Temmuz 2011 Çarşamba

anniba, anniba, anniba :)

anniba yani "anne bak"
"anne, bak ne yaptım" "anne bak bunu gördün mü?" anne bak burda acaip birşey var" manasında
sabahtan beri kulaklarımda
aslında kuzu hasta, hastalıkla ilgili de anlatılacak birkaç şey var ama istemiyorum,
"anniba" yı anlatmak istiyorum
yeni çıktı sayılır bu, 1 aydır falan 2 kelimeli cümleler söylüyor "anne gel" "baba yok" "teyze bak" gibi. ama bu heyecanlı ifade ardı ardına " anniba, anniba, anniba" demesi, ben bakıncaya kadar da buna devam etmesi yeni. Yani laf olsun diye söylemiyor kızım, gerçekten "anne bak" diyor. Bakıyorum elbet, bazen kitabında bir hayvan gösteriyor, bazen yüreğimin ağzına geldiğini bile bile koltuğun üstünde ayağa kalkmış oluyor, bazen de aydedeyi gösteriyor. Farkettim de O'nun küçük parmağıyla gösterdiği aydede başka güzel sanki.
Bir de yüzünün ifadesi var. İlginç olduğunu düşündüğü birşey gösterirken gerçekten heyecanlı oluyor, yüzü, en çok da gözleri tabi. Bir de beni heyecanlandırmak için yaptıkları var. Oyun hamurunu ağzına alır gibi yapması, koltuğun üstünde ayakta durması gibi. O zaman da "bunun yapılmayacağını biliyorum ama dur bi annemi korkutayım" şeklinde oluyor yüz ifadesi.

Kuzucuk, bir yandan seviniyorum günler geçiyor, büyüyorsun diye; ama ne yalan söyleyeyim bir yandan da üzülüyorum, büyü tabi ki ama biraz yavaş ne olur, tadını çıkaralım doya doya, öpe, koklaya...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ay goh...

baya baya konuşuyor kuzu
her kelimeyi kendi dilince söylüyor
zaten uzunca bir süredir bizi anlamakla ilgili bir sıkıntısı yok gibiydi
kendince konuşmaya başlayınca hayat başkalaştı
bir anda büyüdü sanki Eloş

tek tek kelimeleri yazsam ne kadarını hatırlayabilirim acaba? Deneyelim bakalım, iste Elaca birkaç kelime:
otü - otur
gah - kalk
aka - ayak ve ayakkabı
haga - hala
ge - gel
kidi - kedi
betti - bitti
kaku - karpuz
bu - su
kara - kayra
goh - yok
duu - duru
ökü - öykü
akuu - aknur
hacice - hatice

kelime söylemesinden çok bir konu çerçevesinde kalabilmesine şaşırıyorum ben. Mesela C.tesi akşamı dışarda yemekteyiz. Biraz elele dolaştık. Aydedeyi aradık. İlginçtir, bulamadık. Şarkısını söyledik. Yok yine bulamadık. İkimiz de şaşırdık. Sonra bir kaç tane abla gördük 7-8 yaşlarında kendi aralarında oynuyorlar. Kızım ablalara hasta. Bir aceleyle yanlarına gitti. Eliyle havayı göstererek "aba aba , ay, ay goh" dedi. Yani "abla ay yok" diyerek muhabbete girmeye çalışıyor kuzu. Kuzum bir konuşabilse, muhabbet edecek ama şimdilik bu kadar oluyor :) Allah o günleri de göstersin inşallah

10 Haziran 2011 Cuma

iki küçük an...

yazının başlığını her ne kadar anlatım bozukluğu içerse de "iki küçük an" koydum, çünkü anlatmak istediklerim gerçekten o kadar küçük zaman birimleri ki "iki an" bile uzun kalıyor

Dün gece Ela'yla uyumak üzere bizim yatağa gittik. Kuzu kendini keyifle attı yatağa, beni bekledi sabırla. Yanına yattım, hedefe kitlendi ve emmeye başladı. Sonra bir an memeden ayrıldı bana bakıp, tersine döndü ve kendi kendine "pşş pşş" demeye başladı. Kuzum; o ne güzel bakıştı, "şimdi ben sırtımı dönüyorum, sen bana sarıl tamam mı" dedi (yani bence) ben de dediğini yaptım. Kuzu o bakışıyla eritti beni...

Bugün bir şekilde tüm günü evde geçirdim. Eloş şaşkın ama çok mutluydu. Teyzesiyle parka gidip geldiler. Eve gelince kızımı karşıladım. Salonda koltukta oturuyordum. Ela da yanımda. Eğilip bacağımı öpmez mi. Off, nasıl bir şey bu, nasıl kuvveli bir duygu. Bir öpücük, hem de öpmeyi yeni öğrenen Ela'nın, kendiliğinden bacağıma kondurduğu, acemi ama dünyanın en güzel öpücüğü. Çok teşekkür ederim Eloşum sana, bana bunları yaşattığın için...

9 Haziran 2011 Perşembe

uyku üzerine...

Bu uyku meselesine az mesai harcamamıştım. Okudum, okudum, okudum. En doğrusu, en uygunu hangisi olur düşündüm de düşündüm. "Kontrollü ağlatma" dediklerini çok vahşi buldum, asla aklımın ucuna getirmedim. "Yatır/kaldır"'ı baya düşündüm, yok yine içime sindiremedim. sonuçta nasıl bir yöntemde karar kılacağımdan emin değildim ama bildiğim tek şey Ela'yı emerek uyutmayacaktım. Yok, yok asla böyle bir şey yapmayacaktım. Yoksa bana bağımlı olurdu, kendi kendine uyuyamazdı. Sonra sallamamaya çalışacaktım,kucağımda uyumasına izin vermeyecektim. Yatağına yatırdığımda uyku halinde olmamalıydı ki anlasın yatağa yatmak ve uyku arasındaki ilişkiyi. Sırtını sıvazlayabilir ya da küçük pıt pıtlar yapabilir eş zamanlı güzel de bir ninni söyleyebilirdim. Ya da müzik olayına girebilirdim. Şöyle güzel, rahatlatıcı bir müzikle kuzuyu uykuya hazırlayabilirdim. Tabi bir de uyku öncesi banyo önerisi vardı. Kulağa çok mantıklı geliyordu. Çünkü Ela banyodan sonra masajla da iyice gevşeyecek rahatça uyuyacaktı.
Tüm bunların hepsi elbette bir RUTİN içindeyse anlamlıydı. Bir gece öyle, bir gece böyle olmazdı. Yani kararlı olacaktım.
Bugün Ela 18 aylık oldu. Tam 6 aylık olduğundan beri, yani diyebiliriz ki 1 senedir Eloş çok büyük bir keyifle memede uyuyor. İtiraf etmeliyim, ben de bundan hiç şikayetçi değilim. Kitabi bir rutin oluşturabilmek için gerçekten baya çabaladım. Şşş-pat olayı bir ara tuttu, müthiş heyecanlandım, "vay be demek oluyormuş" havalarına girdim. Kuzu gerçekten kendisi uyuyordu. Derin uykuya geçisini 20 dk bekliyordum başında. Sonra muzaffer bir komutan edasıyla çıkıyordum odadan. Herşey yolundaydı. Arada bir hastalık mı oldu - o ara kopmuş bende- hatırlamıyorum, etkisini yitirdi. Banyo olayına baya sıcaktım ama Eloş niyeyse banyodan sonra gevşemek yerine daha da canlandığı için bizim uyku saatlerini sarkıttı, vazgeçtim. Aslında düşününce Eloş'un kendi etrafında dönmeye başlaması ile ben bir şeyler denemekten vazgeçip onun ihtiyacına yöneldim sanırım. Ben öyle yapınca da otomatik bir rutin gelişti. Şu anda saat 20:30 - 21:00 arası kuzunun gözler hafif kızarıyor. Ben "hadi Eloş, babaya iyi geceler de, biz uyumaya gidelim" diyorum. Bizimki sevinerek kucağıma geliyor, babaya el sallıyoruz. Mutlu mesut yatağa gidiyoruz. Artık emzirme koltuğuna rahatça sığamadığımız için bizim yatağa gidiyoruz. (tabi bunu da asla yapmayacaktım, çocuk kendi yatağında uykuya dalmalıydı)kuzu sevinçle kendini yatağa atıyor, ben de bir güzel yanına yatıp kuzuyla bütünleşiyorum. 10dk-3o dk arası sürüyor uykuya geçiş. sonra kendi yatağına alıyorum Ela'yı. yapmayacağım dediğim herşeyi bir güzel yapıyorum. Ama zerre kadar da pişmanlık duymuyorum. Elbette zor, bazen ben de onunla uyuyakalıyorum vs. ama o keyif, çok güzel ya. valla biri bu işin bu kadar keyifli olacağını söylese hiç uğraşmazdım belki de :) emin değilim...

sonuçta burada da kesin, net bir doğru yok. herkesin kendi doğrusu var. benimki doğru mu? gerçekten bilmiyorum. ama benim kendimi içinde en iyi hissettiğim kurgu bu. benim doğrum bu.

bu meselede de hayat beni şu veciz cümleye götürüyor:
"su akar yolunu bulur"
yine görmüş oldum, evet bulur :)

26 Mayıs 2011 Perşembe

sabah sıkıntıları

kuzuyla bugünlerde sabahlarımız bir alem, sabah sıkıntılarımız başladı malesef...
olayın zaman içindeki gelişimi şöyle oldu
6-10 ay--> çok fazla umru olmadı Eloşun, anne rahatça çıktı evden
10 - 15 ay--> kuzu huzursuzlanmaya başlar ama anne yine de bakıcı eve geldikten sonra rahatça hazırlanır, çıkarken Eloş onu uğurlar. Eloş bazı günler kapı önünde elini anneye uzatarak ağlamaya başlar gibi yapar, ama herşeye hakim bakıcı ilgisini bir anda başka birşeye kolayca çekiverir. En olmadı komşuya gidilir, ya da apartmanda merdivenlerde inme, çıkma oynanır.
15 ay -16 ay--> kuzu iyiden iyiye olayı çözer, IF-THEN bağlantısı sıkıca kurulmuştur. Bakıcı gelirse, anne gider. Kuzu savunmaya geçer. Anne hazırlanmaya çalışırken odaya gelir, kapıyı kapatır ve anneyi tenhada kıstırdığı her dakika emer, emer, emer, emer, emer....Artık anne için hazırlanmak ustalık ister. Kucakta Eloşla el yüz yıkama, diş fırçalama, açık konuşalım tuvalete gitme, üstünü çıkarma, kıyafet seçme, çorap dahil üstünü giyinme konularında kendini oldukça geliştirir. evden çıkmak konusunda taktikler geliştirilir. En yaratıcı olan: birlikte çıkılır, Ela bakıcıyla arabanın arka koltuğuna oturur. anne arabayla apartmanın çevresinde, ya da mahallede bir tur atar. Sonra Ela nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde el sallayarak, mutlu şekilde arabadan iner.
17 ay... --> araba olayı etkisini yitirmiştir. Son 2 gündür taktiğimiz bakıcının Ela'yı bir şekilde balkona götürüp oyalaması, annenin o arada hazırlanması ve evden çıkması. Ela balkondan bakarken annenin ona seslenmesi, Elanın anneyi görünce sevinmesi ve el sallayarak anneyi uğurlaması

durumun gittikçe zorlaştığı açık. Eloş'u arkamdan ağlarken bırakıp gitmeyi hiç istemiyorum. Etraftan ara ara "hah bakmıyor, şimdi çık" gibi öneriler alsam da evden çıktığımı da görsün istiyorum mutlaka. Bakıcımızla sürekli başka çözüm arayışlarımız ondan. bakalım zaman bize neler gösterecek...

Haziran bir bitse / gelse

bu Mayıs nasıl bir ay anlamadım, bu kadar mı üstüste, bu kadar mı sıkışık olur herşey?Nisan da öyleydi, öyle olmasına ya, Mayıs gibi değildi sanki...Haziran desen çok ümit vermiyor malesef...
Bu sıkışıklığın ve süratin içinde sanki bir uzak mesafe koşucusuyum, kulaklarımda rüzgarın sesi hiç dinmiyor.
Geçen akşam saat 20.30, eve dönüyorum, arabadayım. Babam aradı. O saatte evde olmadığımı anlayınca üzüldü haliyle. Kısa bir durum değerlendirmesinden sonra bu aralar hep dilimde olan cümleyi babama da söyledim, rahatlasın diye. "merak etme, şu haziran da bitsin, temmuz iyi olacak" babam bir an şaşırmış olacak ki "kızım daha haziran başlamadı bile" dedi.

çok ilginç ama o an farkettim haziranın başlamadığını. Benim için haziran o kadar yanımdaydı ki neredeyse "şimdiydi". Her haftası belirli işler için ayrılmış, her günü ince hesaplarla doldurulmuştu. Haziran benim için henüz yaşamadan bitmesi beklenen bir zaman dilimiydi. İşlerin biraz daha hafifleyeceğini umduğum Temmuz'a geçmek için aşmam gereken bir engeldi.

Babamın içten tepkisiyle Haziran'a ne denli haksızlık ettiğimi anladım. İyi ki anladım. Ne yapacağımı bilmiyorum ama genel anlamda "şimdi"ye biraz daha odaklanacağım. Bunu yapamadığımda kendimi geri getireceğim. Artık "Haziran da bir bitse" hayıflanmalarını bıraktım. "Haziran bir gelse" diyorum. Ece Temelkuran'ın güzel cümlesini hatırlıyorum "zaman, harcanmadığında biriken bir şey değil ki" diyor, ağzına sağlık, ne güzel diyor...

26 Nisan 2011 Salı

aaa döküldü...

üzerinden haftalar geçti aslında. Mutfakta kahvaltı hazırlığındayken Eloş çok sevdiği dolabın içini keşfetmekle meşguldü. Arada göz ucuyla bakıp işimi yapmaya devam ediyordum. Bir şeyler çıkarıyor, tekrar yerleştiriyor, bazılarını yerde bırakıyor yani serbest çalışıyordu kızım. Derken Ela elindeki yarım paket bulguru kaşla göz arasında yere boca ediverdi, ilk başta bir şaşırdı ama sonrasına baya eğlendi...


sonrasında da tabi eğlenme sırası binbir uğraşla mutfak halısını bulgurlardan arındıran babadaydı :))

18 Nisan 2011 Pazartesi

unutmak istemediklerimden

Unutmak istemediğim anlar var. Yazamıyorum ya sıkça, unutursam diye korkuyorum. Daha sık yazmalıyım, bu yazıyla tekrar başlamış olayım.

Mehmet küçük bir iş için dışarı çıkacak, akşamüstü saat 8e doğru. Eloş'u da götüreyim diyor. Eloş'un babasının yağmurluğunu görmesiyle almaya başladığı sinyaller, ona "hadi dışarı çıkıyoruz" dememizle ve ona mantosunu göstermemizle kesinleşiyor. Kuzu aceleyle mantosunu giyiyor. Hemen oturuyor, ayakkabısını uzatıyor bana, "giy" diyor, ayakkabılar da tamam, ardından sabırla kapının önünde babasının onu almasını bekliyor. Mehmet tam Ela'yı alacakken bana dönüp "çantamı unutmuşum, getirebilir misin?" diyor ve işte o dakika Ela beni şaşkınlığın doruğuna çıkaran hareketini yapıyor. Aniden bana dönüyor, yanımdan hızlıca salona giriyor, babasının sehpanın üzerinde duran çantasını alıp, iki eliyle biraz da zorlanarak taşıyarak babasına "ııh" diye uzatıyor. Ben "bu nasıl oldu" diye şaşkınlık içindeyken kızım babasının kucağından bana büyük bir keyifle el sallayarak asansöre biniyor.
Gerçekten bu nasıl oldu? Güzel kızım sen babanın cümlesindeki "çanta"yı, "getir"i nasıl seçtin? babanın çantasını ne zamandır tanıyorsun? Onun nerede olduğunu ne zaman farkettin? ve bunu nasıl oldu da aklında tuttun? tüm bunların içinde unutmak istemediğim Eloş'un babasının çantasını iki eliyle tutup, paytak paytak ama hızla yanımıza gelmesi. Sanki "şimdi annem 10 saat çanayı arayıp, bulamaz, ben hemen getireyim de bir an önce dışarı çıkalım" diyordu
ne kadar çok cümle kurulursa kurulursun o anın bir resminin olmaması ne kötü...

23 Şubat 2011 Çarşamba

ağır ve sessiz

hayat ağırlaşıyor bazen
herşey sanki daha keskin, daha fazla geliyor bana, yoksa daha mı az?
kafamın içinde binbir aceleyle dolaşan tilkiler beni yavaşlatıyor. hiç gitmez mi bu tilkiler?
hayat ağırlaşınca işte bazen, ben sessizleşiyorum
içimdeki benler sürekli birbirleriyle konuşup durduğundan yoruluyorum herhalde, hiç konuşmak gelmiyor içimden
işin garibi sessizleştiğimi anlamam da zaman alıyor
sakince oturup denizi seyretmek var içimde, mavilikte kaybolmak
ve de bir süre yok olmak


7 Şubat 2011 Pazartesi

ann-nne

biraz daha anlatmak var içimde bu "anne" meselesini. nedir bu kadar heyecanlandıran beni? aslında bir aydır flan anne diyor bilinçli olarak ama neden şimdi heyecanlanıyorum?sanırım anneyi söyleyiş biçimi farklılaştı. içi iyice doldu. her seferinde hissediyorum onu. sadece iki hece değil çünkü söylediği. öyle çok şey var ki içinde...gözlerinde, sesinin cıvıltısında o kadar değişik şeyler duyuyorum ki. "anne" dediğinde, o ağzından çıkan her hecenin hakkını gözleriyle, bakışlarıyla da verdiğinde bir hoş oluyorum. Elbette nihayetinde o "anne"yi gözlerimin içine bakarak, bana söylediğinde, seslendiğinde engin bir mutluluk duyuyorum içimde. itiraf etmeliyim: gururla karışık bir mutluluk. gururlanıyorum ve ona bir çeşit minnet duyuyorum. beni o "anne"nin içindeki herşeye layık gördüğü için...
ah güzel kuzu...bu günlerde heyecanlandırıyorsun beni...

iyi ki doğmuş Eloş...


14 aylık oldu neredeyse Eloş, annesi iki aydır bir doğumgünü yazısı yazamadı gitti. ama yazmalı. "şimdi" ve "burada" gerçekten ne kadar önemli. 2 ay önce bir yaşın heyecanını taşırken bugünlerde heyecanlarım bambaşka. bugünlerde en çok kızının ona "anne" demesiyle gurur duyan bir anneyim. bu kadar heyecanlanmama da şaşırmıyor değilim hani. ama elimde değil. alt tarafı "anne" diyor değil mi? değil işte! alt tarafı, üst tarafı yok basbaya "anne" diyor kızım. hem de bilerek, anlayarak ve gözümün içine bakarak. "anne" diyor, bana diyor...

"şimdi" ve burada" demiştim değil mi? ne yaparsam yapayım kızımın ilk yaşını resmi olarak kutladığımız o güne dönmem, oradaki hislerimi yaşamam mümkün değil. iyi ki fotoğraflar var. kızım ilk yaşına sevdikleriyle birlikte girdi. hep birlikte olabilmek, nice güzel günleri birlikte yaşayabilmek ümidiyle. iyi ki varsın güzel kızım..






16 Ocak 2011 Pazar

artık değişsin

iyi şeyler hakediyorsun. ama yolu çok uzatıyorsun. hep bir şeyler peşindesin. hedefler bitmiyor. hep daha iyisi için tüm çabaların. şu hayatta kendine uyan bir yer arıyorsun. sana uyan bir yaşayış biçimi. ne arıyorsun? yorulmadın mı? hayat sana zor, biliyorum. koşulların ağır. bunları yaşayacağını bilsen belki geçmişteki tercihlerin farklılaşırdı. hata diyorsun belki şimdi o kararlara. üzülüyorsun ama belli etmiyorsun. belki de kızgınsın bilmiyorum. kendine mi, bize mi, bana mı? bu kızgınlık mı yönlendiriyor yaşantını?

bulunduğumuz yerleri, yaşantıları kabul etmek, yaşayıp gidivermek neden bu kadar zor bize? artık hayatın içine gir, yerleş istiyorum. yalnız olma istiyorum.
hayat sen de biraz el ver, olmaz mı?

6 Ocak 2011 Perşembe

bu dünyada iyi olmak

dünya üstünde çeşit çeşit insan var. kimileri özel. benzerleri az. onların herşeyin en güzeline layık olduklarını düşünürüm. bu dünya onları hiç üzmesin, içleri hiç sıkışmasın, hiç kötü şeyler hissetmesinler isterim. ama olmaz...
yine olmamış. dünya iyisi bir insanı üzmüş bu dünya. kıymetini bilememiş. hiç belli etmemiş ama kimbilir neler yaşamış, yaşıyor. neden böyle oluyor? şans bu güzel insanların neden uzağında kalıyor? hiç de haketmedikleri o iç sıkışmaları neden onları buluyor?
kızıyorum, içim eziliyor. "böylesi O'nun için daha iyi olacak"dedi A. bilmiyorum, sonuçta evet başka iyi insanlar için de daha iyi olduğu durumlar oldu, gördüm. tüm kalbimle diliyorum. Ama biliyorum ki sonu ne kadar güzel olursa olsun bugün yaşanmış olanlar yaşanmış kalacak.
Bir de eminim bu güzel insanla konuştuğumda bana "sıkıntılar, çileler ocağın pası gümüşten ayırması içindir. iyi ve kötünün imtihanı, altının kaynatılıp tortunun üste çıkmasıdır" gibi sözler söyleyecek, beni daha çok ezecek.

dünyanın düzeni işte bir şekilde böyle ters bir mantık üzerine kurulu. sen ince olduğunda hayat sanki daha mı hoyrat?

...
ben bu yüzden
incelikler yüzünden
belki daha çok üzüldüm...